(Hayat Haftalık Mecmua, Sayı:51, 12 Aralık 1968'den alınmıştır.)
Uğur DERMAN
GEÇENLERDE bir sabah, Üsküdar'a giden araba vapurunda, eski sanat yazılarımıza tutkun olan Şevket Rado'ya rastladım. Hoşbeşten sonra, yanımdaki hat numunelerini görünce sordu: «Hoca Efendiye mi?», «Evet, elime geçen şu yazıların hangi hattata ait olduğunu soracağım» dedim. «Necmeddin Efendi'yi ben de çoktan görmedim. Başkasına da sözüm var, bari kapıdan uğrayayım» diyen Şevket Beyle birlikte. Üstat Necmeddin Okyay'ı, Doğancılar'da Şehit Süleyman Paşa Camii karşısındaki oğlunun evinde ziyaret ettik. Onun tatlı sohbetine kapılıp ancak bir saat sonra ayrılabilen Şevket Bey, «Artık emsali kalmayan bu sanatkâr Hocamızı Hayat okurlarına da tanıtsanız ne iyi olur» dedi.
On üç yılı aşkın, bir hoca-talebe münasebetinin öğrettiklerini bir yana atıp, bu defa da, sanki röportaj İçin gelmişim gibi, ziyaretinde bulundum.
Eskiden, bizde, birçok sanatta hakkıyle söz sahibi olanlara «Hezarfen» (= Bin fen sahibi) denirdi. Necmeddin Okyay da, neslinin bu husustaki son örneği, nüktedan ve hakikî bir İstanbul (hatta Üsküdar) efendisi... Suallerime verdiği cevapları okudukça, nadide bir antikayı seyreder gibi, «İhtiyar olsam da gönlüm tazedir» mısraının canlı misali bu tonton hocamızı tanımış olacaksınız. Lâkin, artık bilenlerin pek azaldığı nefis bir Osmanlıca ile konuşan üstadın sözlerini, gençlerimizin de anlayabilmesi içjn, sadeleştirerek buraya aktarıyorum.
— Hocam, hayat hikâyenizi lütfeder misiniz?— Üsküdar'ın Toygartepesi'ndeki —yedi sene evveline kadar oturduğumuz— evimizde, 19 rebiülevvel 1300'de doğdum. Artık milâdîsini siz hesap edin evlâdım (29 ocak 1883). «Sait Paşa İmamı» diye maruf, mecazib-i İlâhiyeden, Rıza Efendi — ki hakkında Mehmet Akif'in yazdığı uzun bir manzume Safahat'ta vardır — bizim kapı karşı komşumuz imiş. Ben doğmadan dört ay evvel, hiç gelmediği halde, kapımızı çalıp babama: «Bir oğlun olacak, ismini Necmeddin (= dinin yıldızı) koy!» demiş. O gece, peder de, rüyasında, yatak odasının penceresine bir kuyruklu yıldız konduğunu görünce, doğduğumda ismimi Necmeddin koymuşlar. Mahalle mektebine devam ederken, Kur'an-ı Kerîm hıfzına başladım ve «Ravza-i Terakkî» Rüşdiyesinde (ortaokul ) iken, bitirip hafız oldum.
— Hattatlığınız nasıl başladı?
— Efendim, «Ravza-i Terakkî» de Talât Bey namındaki yazı hocamız, sınıfın en güzel yazanı olduğum halde, «hezaren» değnekle ellerime vururdu. Rık'a, dîvanî ve celî dîvanîden icazet verdi. Yıllar sonra, bu değnek keyfiyetini kendilerine sorduğumda, «Bir kuyumcunun eline, yontulmamış elmas geçerse, onu kıymetlendirmek için, yontup düzeltir. Kaldırım taşına, emek versen ne olur?» dedi. İşte Talât Bey Hocam beni, arkadaşım Abdülkadir'le Nuruosmaniye medresesi vakıf odasında sülüs ve nesih yazılarını öğreten Filibeli Hacı Arif Efendi'ye götürdü (18 Şubat 1902). Bir yandan Üsküdar İdadisine (lise) devam ediyorum. Bu arada, eski is mürekkebini yapmasını da Konyalı Vehbi Efendi'den öğrendim. Lâkin, salı günleri yazı dersine gitmeme müsaade edilmeyince, ben de mektebi bıraktım.
— Zannederim, o arada ebru öğrenmeye başladınız?
— Ya, evet... Üsküdar Özbekler Dergâhı Şeyhi Hezarfen Edhem Efendi'ye ebru ve âhâr (1) için devama başladım. Merhumun, ebruculuktan oymacılığa, mühürcülükten tornacılığa kadar elinden gelmeyen yoktu. Sultanahmet Sanat Enstitüsünü tesis eden de odur. Dergâh'ta buhar makinesi yapıp, tatbik ettiği sandalı, Üsküdar iskelesinden Paşalimanı'na kadar muvaffakiyetle tecrübe etmişti.
— Biraz da ebrudan bahsedelim mi?
— Evlâdım, aslında «ebrî» (= bulu-tumsu) olan kelime, halk arasında «ebru» ya dönmüştür. Buhara'dan gelen eski bir Türk sanatıdır. Kitre zamkı mahlutu üstüne, suyla karışmaz toprak boyalar, öd suyu ile ayarlanıp, fırça ile serpilir, muhtelif hoş şekiller yayılır. Üzerine kapatılan kâğıt, bunları aynen emer, kurutulduktan sonra, yazıların etrafını, ciltleri vs. süslemede kullanılır. Ebruda kullanılan renklerin birbiriyle imtizacı hususunda, komşumuz olan meşhur ressam Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Bey'in verdiği dersleri de minnetle anarım.
Üstat, sonradan bu sanatı öylesine benimsemiştir ki, «yazılı ebrî» den başka hercaî menekşe, sümbül, lâle, papatya, karanfil, fulya, gelincik gibi çiçekleri ebrî'de canlandırmaya muvaffak olmuştur. Bunlar, ilk defa kendi buluşu olduğu için, sanat tarihimizde isimleri «Necmeddin Ebrîsi» olarak geçiyor.
— Peki, ta'lik hattına nasıl başladınız?
— Anlaşıldı, sen, Sami Efendi'den bahsettirmek niyetindesin... Biz ta'lik yazmak istediğimiz sırada, bu büyük hat üstadının biricik kızı vefat etmiş, üzüntüsünden yazı göstermiyordu. «Sultan Hamit irade etse, göstermez, lakin bir reddedemeyeceği kimse,,Özbek Şeyhi Edhem Efendi'dir» dediler. Hemen, ebrî hocamız olan Şeyh Efendî'ye koştuk. Bizi Sami Efendi'ye götürdü. Derse başladık. Ertesi hafta gittiğimizde, arkadaşım Abdülkadîr'in meşkine baktı, «Bir daha böyle gelirsen, kendimi evde yok dedirtirim» dedi. Benim meşkimi (2) de şöyle elinde sallayıp: «Al bir mel'abe-i sıb-yan (= çocuk oyuncağı) daha!» demez mi? Dünya başıma yıkıldı zannettim. Bir daha çalışmaz mısın? Bir hafta sonra titreyerek gittik. Meşka şöyle bir baktı. «Hımm, bizim tekdirin faide-i azîmesi (= azarlamanın büyük faydası) görülmüş» dedi. 1912'de vefatına kadar on sene devam ile çok feyz aldık. Öyle bir celî (3) üstadı da, ne gelmiştir, ne gelir. Sonradan açılan Medresetül Hatta-tîn'in bütün hocaları onun yetiştirdikleridir: Kâmil ve Hulusi Efendilerle Hakkı ve Ferit Beyler...
— Sizin de bu «Hattatlar Medresesi» nde hocalığınız var, değil mi?
— Evet, fakîr de ebrî ve âhâr muallimi olarak, 1916'dan kapatılana kadar vazife gördüm. Babıâli'de şimdi «Derleme Müdürlüğü» olan binada idik. Ne feyizli bir yerdi... Oradan yetişenlerden bir Süheyl'im kaldı...
«Süheyl'im» dediği, Ord. Prof. Dr. Süheyl Unver... Hatırıma geldi:
— Süheyl Bey, sizden «gül çapkını» diye bahsediyor, aslı var mı?
Gül çeşitlerini, Latince isimleriyle bir, bir tanıyan üstadın, artık bahçeyle meşgul olmadığı yıllarda bile, kırk çeşit gülü olduğunu hatırlarım. Mayıs geldi mi, nefis bir gül rayihası, daha uzaktan sarar, bahçeye girince de bir renk cümbüşü başlardı... Hoca da galiba o eski günleri hayal etti ki, şöyle dedi:
— Yaşlandıktan sonra, gülle de eskisi gibi meşgul olamıyorum. Şimdi ne de güzel, renkli kataloglar basıyorlar. Hani koklayasım geliyor. Birkaç yıl evvel, Londra'da bulunan ta'lik talebemden Alî Alparslan, böyle bir katalog gönderdi de şu kıt'ayı ona hitaben yazdım:
Güllerin karşımda her an, solmadan durmakdadır,
Hem temâşâsıyla gönlüm, şadüman olmakdadır.
Eski bağçem, hâtıra geldikçe didem hûn olur
Şimdi, gül tasviriyle Necmi, geçmişi anmakdadır.
Sonra da, bizim evlâtlardan Neyzen Niyazi Sayın, bunu şarkı olarak bestelemişti.
Necmeddin Okyay, neslinin son örneği, nüktedan ve hakikî bir İstanbul efendisi… <<İhtiyar olsam da, gönlüm tazedir.>> mısraının canlı bir misali. Hattatlık kadar, ciltçiliği ve okçuluğu da meşhur…
— Cilde nasıl başladınız?
— Elime geçen eski eserlerin çoğu bozuk ciltli idi. Onlara kap yapmak hevesini duyardım. «Köşklü Mehmet» isminde bir mücellidin kalıplarını alarak 1926'da eski tarz Türk cildi (Şemse kap) yapmaya başladım. Rahmetli oğlum Sami ile beraber zevkle çalışıp nice eserler çıkardık. Bilahara, Güzel Sanatlar Akademisinde «Ebrî ve Ahar» in yanı sıra «Eski Türk cildi» hocalığında da 1948 yılına kadar vazife gördüm.
— Soyadınızın «Okyay» lığı nereden geliyor?
— Şimdi de, yayı gerip, soyadıma oku attın! Gençliğimizde, Sultantepe'de oturan, Sultan Aziz'in okçubaşısı Seyfed-din Bey'e devam edip, eski Türk okçuluğunu öğrendik. Ben 680 gez (1 gez 66 sm. dir) atabildim. Halbuki okçulukta «kabza» (= icazet) almak için, 800 gez atmak lâzımdır. Ancak, bu mevzuda naçizane hizmetim, Fatih'in vakfı olan Okmeydanı'nı satmaya kalkışan Evkaf İdaresine, biri 1922'de Şûrayı Devlet ( = Danıştay) kararıyle olmak üzere, iki defa mâni olmamdır. Bugün oranın hal-i pür melalini düşündükçe titriyorum. Gecekondular her tarafını işgal etmiş, o canım ok taşları parçalanıyor. Vakıflar İdaresi, oraya yazık etti, bari kalan eserler kurtarılsa...
Üzüntüsünü dağıtmak için, sual değiştirdim:
— Tarih düşürme (4) merakınız nasıl doğdu?
— Nuru dîdem, sen de bilirsin ya, bir hadise için aklıma gelen mısraı hesap ederim. Allah tarafından, tam veya az tamiyeli tarih çıkar. Tarih düşüreyim diye zorlarsam, imkânı yok olmuyor.
Üstadın, hakikaten pek tabiî tarihleri vardır. Birkaçını yazayım:
Hocası Sami Efendi'nin vefatına:
Serfürû eyler cihan, tarih-i Necmeddin için,
Göçdü Sami, kaldı Rakım mesleki üstadsız.
Neyzen Tevfik'in vefatına:
Aldı gitti nayını, Nayzen Tevfik meded
Üsküdar'da Pire Mehmet isminde birinin vefatına mizahî tarih:
Zıpladı gitti Pire, Âhırete!
Cumhurbaşkanı, Medine'de Hazret-i Peygamber'in kabrini ziyaret ettiği vakit:
Hakipây-i Mustafa'ya sürdü yüz Cevdet Sunay.
Neçmeddin Efendi'nin çok mühim bir hususiyeti de, imzasız yazıların kime ait olduğunu tanıması... Hele, Rakım, Şevki, Yesarîzade Efendiler gibi çok sevdiği bazı hattatların yazılarının hangi seneye ait olduğunu bile söylemesine kaç defa şahit olmuşumdur. Kendisinin de nadide bir yazı koleksiyonu vardır. Hocamız bunu da bir nükteyle bağladı:
— Yazı koleksiyonu alışkanlığından galiba, seneler geçtikçe, bende bir de hastalık koleksiyonu merakı başladı oğlum, diyor. Üzerimde on dört cins rahatsızlık var! Bu halime de bin şükür...
— Efendim, bu kadar merakı yürütmeye nasıl vakit buldunuz?
— Benim daimî vazifem, evlâdım, babam, Üsküdar Mahkemesi Başkâtibi Nebih Efendi'den intikal eden, Üsküdar Yeni Camii İmam ve hatipliği idi. Kırk seneden fazla o ulvî makama geçtim. Onun dışında boş kalan zamanımı bu meraklarım doldurdu.
— Yetiştirdikleriniz?
— Pek çok, ama devam ettiren az... Meselâ ebrî ve ciltte oğlum Sacid, yeğenim Mustafa Düzgünman... Yazıda ressam Şefik Bursalı, Doç. Dr. Ali Alparslan, Bekir Pekten, Numan Bey, Mesut Kacaralp, Dr. Sadi Belger... Haa Araya kendini yazmayı da unutma...
Üstadın bir' marifeti de lehçe taklitleri... Kitapçı Raif Yelkenci, bir gün bana şöyle demişti:
— Senin hocanın kisvesi müsait olsa, (5) muhakkak ortaoyununa çıkardı!
Artık müsaadesini alırken, üstat, büyük bir samimiyet ve tevazu ile ne dese beğenirsiniz?
— Evlâdım, zamanın en iyi hocalarından ders gördüm, ama kendim bir şey olamadım...
Haydi, kıymet bilen okurlarım, gelin buna hep birlikte «Estağfurullah» deyip, kendilerine sıhhat dileyelim...
DİPNOTLAR: (tamamı)
1) Ahar: Yazı yazılacak kâğıtların yumurta akı veya nişasta gibi bir madde ile cilalanıp terbiye edilmesi.
2) Yazı meşki: Yazı öğretmek için hocanın talebeye, öğrenmek için de talebenin hocaya yazdıkları numune satırlar.
3) Celi yazı: Geniş ağızlı kalemle yazılan iri yazılar.
4) Tarih düşürmek: Gençlerimiz için açıklayalım: Eski harflerin her biri, birden bine kadar bir adet karşılığı sayılıp, buna «ebced hesabı» denir. Herhangi bir hadiseyi anmak için, harflerinin toplamı, o seneyi rakam olarak tutan bir mısra söylenir. Buna da «tarih düşürmek» denir. Birkaç çeşidi olup, ekseriya hicrî tarih esasına göre hazırlanır.
5) Eskiden, hocamız, vazifesi icabı sarık - cüppe kıyafetiyle dolaşırmış.