Klasik Türk Sanatları Vakfı

KLASİK SANATLARIMIZIN YENİ NESİLLERE AKTARILMASI

04.05.2010

Prof.Dr.F.Çiçek DERMAN

"Ustası olmayanın Çırağı da olmaz".
"Usta, ustasının yanında dâima Çıraktır".
"Ustasız sanat, haramdır".
"Hocaların gölgesi dâima öğrencisinin üstünde durur".

Tebliğime, bu her biri makale niteliğindeki özlü sözlerle başlamak istedim. Zira sanat yolunda ilerlemeye Çalışan gençler, kendilerini dünya nimetlerine öyle kaptırıyorlar ki, bir parça durup uygulamasını yaptıkları bu sanatın felsefesini de yapabilseler, eminim daha sağlıklı ve kalıcı olacaklardır.

Güzellik duygusu, yani güzeli arama ve onu ortaya Çıkarma, insanoğluyla beraber doğmuştur ve mağara resimlerinden başlayıp şaheserlerine kadar daima daha güzelini, daha mükemmelini aramak ve bulmak için Çalışmıştır.

Müslüman sanatkârın, kendi dünyasında güzelliği sadelik içinde ararken, asıl gayesi yaradılmışdan Yaradan'a ulaşmakdır. Çünkü İslâm inancı, Allah'ın varlıkda tecellî ettiği görüşündedir. Hz. Mevlâna (1207-1273) "Her sanat, Allah'ın tecellîsinden bir manzaradır" der. Bu sebeple tezyînatla meşgul olanlar meydana getirdikleri motiflerde tabiatın ölçülerine, nisbetlerine ve temel Çizgilerine sâdık kalmış, gözü dizine düşmüş resimler yapmaktan, tabiatı gülünç etmekten son derecede kaçınmıştır. Bu sadâkat Yaradan'a olan bağlılık, edep ve hayranlık duygularından kaynaklanır. Bunun yanında birebir kopyadan da uzak durarak tabiatla yarış eder gibi görünmemeğe Çalışmıştır. İşte bu edeble üslûblaştırma, üslûba Çekme, stilizasyon denilen yol ortaya Çıkmıştır. Sanatkâr, bu şekilde hem modelini kopya etmemiş, hem de kendi zevk ve görüşünü katarak, Çokluktan birliğe ulaşmıştır. İşte bu edeb, hoca-talebe münasebetlerinde de görülür veya görülmelidir.

Sanatın insan ruhu üzerindeki terbiye edici, olgunlaştırıcı tesirini görmezlikten gelemeyiz. Zaten tarihimizdeki gerçek sanatkârlar, hünerlerini kemâle ermek ve benliklerini yok etmek üzere basamak olarak kullanmışlardır. Sanat, kendimizi terbiye etmek için mükemmel bir vasıtadır. Yeter ki, biz o basamakta takılıp kalmayalım ve İlâhî tekâmüle erişme yolunda olalım.

Michelangelo'nun (1475-1564), yonttuğu Musa heykelini tamamlayınca, kapıldığı benlik duygularıyla kendini kaybederek, elindeki Çekici esere fırlatıp "Konuş !" diye bağırışı gibi bir hadise İslam sanat tarihinde hiç duyulmamış, bir sanatkârın haddini böyle aştığı görülmemiştir. Bilakis, hezarfen hocamız Necmeddin Okyay'dan (1883-1976) Çeşitli vesilelerle şu sözleri duymuşuzdur: "Evlâdım, zamanının en iyi hocalarından ders gördüm amma, kendim bir şey olamadım!". Büyük bir samimiyet ve tevâzuyla tekrarlanan bu sözler, gelenekli sanatların ne kadar büyük bir derya olduğunu, kısa zamanda birkaç iş Çıkartıp "Ben oldum" diyenin aslında hiçbir şey olmadığını ve asıl mühimi, bu sanatın temelinde tevazu ve edebin yer aldığını bizlere göstermektedir.

Osmanlı sanat geleneğinde, eserlerine imza koyma iznini alan bir talebe, imza sahası yeterliyse burada hocasının adını da belirtmeyi gaye edinir. Bu, usta-Çırak ilişkilerinde sanatın kimden kime aktarılarak devam ettiğini gösteren bir vesikadır.

Çırak -kabiliyetine göre-belirli bir müddet zarfında ustasından sanatı öğrenirken onunla birlikte sanatın tarihini, inceliklerini ve insana kazandırdıklarını da görür ve öğrenmeye Çalışır. Bunlardan en mühimi hakikaten tevâzu sahibi olmak ve hüneri kendinden bilmemektir. Sanatkâr, kendisinde var olan bu kabiliyetin emanet olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Büyüklenip gurura kapılmak yerine her an kaybedebileceğini düşünerek bu emaneti geliştirmeli ve Çok iyi korumalı, bunun şükrü içinde olmalıdır.

Yetişme yıllarında, hocasının hocasına bağlılığını, hakkında kimseye kötü söz söyletmemesini ve yıllarca süregelen sevgisini gören Çırak, kendisi de zamanı gelince hocasına aynı bağlılığı ve muhabbeti göstermesi gerektiğini öğrenir. Dr.Süheyl Ünver Hocamızdan (1898-1986) duyduğum şu söz tam burada tekrarlanmalıdır: "Ana-baba bir insanı gökten yere indirir. Ama o kimseyi yerden alıp tekrar yükselten hocasıdır". Tarihimizde yaşanmış pek Çok örnek vardır ki, hocaya talebesi evlâdından daha yakındır. Zaten gelenekli sanatlarımızda gerçek usta-Çırak ilişkisi, muhabbeti 3-5 sene değil, ömür boyu devam eder.

Necmeddin Okyay Hocamız, sanatkâr oğlu Sami'nin ( 1911-1933 ) henüz 22 yaşındayken vefatı üzerine, büyük acısına rağmen metanetle cemaatin önüne geçerek bizzat onun cenaze namazını kıldırmış; ama hocası Sami Efendi'ye (1838-1912 ) felç indiğini duyunca, Üsküdar Yeni Valide Camii'ndeki imamlık vazifesi sırasında üzüntüsünden cemaate yanlış namaz kıldırması üzerine, bunu yeniden tekrarlamak mecburiyetinde kalmıştır.

Tarihin en büyük cihangirlerinden biri sayılan Tîmur (1336-1405), "cennetten bir köşe" diye bahsedilen Semerkant'daki türbesinde, vasiyeti üzerine din ve ahlâk hocası Şeyh Seyyid Bereke'nin ayakucuna defnedilmiştir. Hoca muhabbetini ve hocanın değerini, bu iki misalden daha güzel ne anlatabilir?

Gelenekli sanatların esas felsefesinden biri de; "Kendimizi, gerçek yaratıcı olarak değil, sadece yansıtıcı olarak görmektir". Bununla istenilen, kâinatın güzelliklerini göstermeye ayna olabilmektir. Ayna, aldığını verir, aksedeni gösterir. Bunları görmek isteyenlere sanat vasıtasıyla gösterebilmek, asıl gayemiz olmalıdır. Sanatkârın diğer insanlardan farkı, onların görmediği şeyi görüp görünür hâle getirmektir. Meselâ büyük bir mermer blok içinde gizli olan eşsiz güzellikteki heykeli, fazlalıkları atarak şekillendiren heykeltraşdır. Sanatı, işte burada ortaya Çıkar; yoksa olmayan bir şeyi yarattığı, İslâm îtikādına göre düşünülemez bile... Ne mutlu o kişiye ki, bu güzel işlere memur kılınmıştır.

Necip Fâzıl'ın ( 1901-1983 ) dediği gibi;
"Anladım işi; sanat Allah'ı aramakmış,
Buymuş oyun, gerisi yalnız Çelik-Çomakmış"

Bir de sadece gelenekli sanatlarımıza has olan şu hususu belirtmeliyim:

Usta-Çırak usûlü verilen dersler, sadece Allah'ın rızasını kazanmak gayesiyle öğretilir. Maddî alış-veriş sözkonusu olmaz. Vaktiyle hocasından ücret ödemeden bu sanatı öğrenen hoca, öğretme zamanı gelince kendisi de öğrencilerinden ücret talep etmez. Hocasına olan borcunu, sanatı bozmadan kendinden sonraki nesle öğreterek öder. Maddî Çıkar sözkonusu olmadığından, manevî kazanç, muhabbet ve sevgi, sanatın bozulmadan devamını temin eder.

"Sanat vakıf gibidir, verdikçe artar ve tâlibine karşılıksız öğretilir".
Tarihimizde hakîkî sanatkâr eserini satar, fakat sanatını satmaz. Hoca, hiçbir zaman ücreti ödenemeyen bir pınardır. Daima verir, ehlini bulunca seve seve yetiştirir. Çünkü bilir ki; İlmin ve sanatın zekâtı, onu vermektir. Bu gelenek bugüne kadar bozulmadan gelmiştir. Hoca, ancak resmî bir müessesede vazifeliyse oradan ücret alabilir. Burada anlatılmak istenenler, sadece usta-Çırak ilişkilerinde sözkonusudur.

Tezyînî sanatların değişmeyen ve günümüzde de devam eden özelliği, öğrenciye teke tek eğitim verilmesidir. Konu, tahta başında tebeşirle motif ve desenler Çizilerek öğrenciye anlatır. Sonra tek tek Çizdikleri kontrol edilip hatâları gösterilerek düzeltilir. Bu usul Çok önemlidir. Öğrencinin yanında, neden doğru olmadığını anlatarak ve düzelterek Çizip ona göstermek öğretimin birinci şartıdır. Bu nakkaşhane geleneği zamanımızda da aynen devam etmektedir.
Zamanla hocası ve sanatı sayesinde hayatı güzellikler meydana getirmekle geçen bir kimse, en hakîkî sanatkâr olan Yaradan'ın sevgisini içinde hissederek bütün yaratılanları hoş görmeyi öğrenir. Sanat, eğer severek yapılırsa insana hayat verir; ama neticeye varmak istiyorsanız, sizin de ona hayatınızı vermeniz icâb eder.

Genç Arkadaşlar; hayattaki en mükemmel eseriniz KENDİNİZ olsun. Heykeltıraş yontu aletiyle, müzehhip fırçayla, hattat kamış kalemle daima ahlâklarını kemâle erdirmeyi hedeflemelidir. Yoksa sanat, benliğimizi besleyen tuzak olur.

Tam sırası gelmişken, Heykeltıraş Kuzgun Acar'ın ( 1928-1976 ) şu sözlerini size nakletmeliyim; "27 yıllık sanat hayatımda, ben mi onu yonttum, yoksa o mu beni yonttu, bilemiyorum".

Yontarken yontulmak ve bezerken bezenmek... Keşke bütün sanatkârlar bu neticeye varabilseler...
Kanaatimce, ne zaman ki tezhibi kâğıt üzerinden kendi üstümüze aktarabiliriz ve kendimizi, ahlâkımızı bezemeye başlarız; işte o zaman hedefe ulaşmış oluruz. Zaten sanattan gaye, güzel ahlâk sahibi olmak değil mi? Hocam Rikkat Hanım'ın ( 1903-1986 ) bizlere sık sık; "Sanatınızı üstünüzde taşıyınız" demesi de bu sebepledir. Bu, eser meydana getirmekten Çok daha zor bir iştir.

Prof. Dr. Çiçek Derman

Bu makale, 19-25 Nisan 2010'da Çeşme İzmir'de yapılan II. Milletlerarası Türk Dünyası Kültür Kongresi'nde tebliğ olarak sunulmuştur.'



Bu Kategoriden...