2 Nisan sabahı vakfımızın bahçesinden haraket otobüsde vakıf başkanımız Ahmet Zeki Yavaş, değerli hocalarımızProf. Dr. Hüsrev Subaşı, Prof. Dr. Mehmed Zeki Kuşoğlu, Mimar ve Hattat Ali Toy, Doç. Dr. Hüseyin Öksüz, Hattat Abdurahman Depeler, Müzehhib Abdullah ve Esra Oğuzhanoğlu, Dr. Hatice Aksu, İsmail Hakkı Gurbetçi daha sonra bizlere katılan Hattat Mehmed Özçay, Prof. Dr. Savaş Çevik, Müzehhibe Fatma Özçay, Doç. Dr. Fatih Özkafa ile Bursa’ya varıldığında öğle olmuştu. Merinos’da Gönül Dostlarında yenilen öğle yemeği eşliğinde orada bizleri karşılayan Elif Aydın ve Bursa Belediyesi yetkililerinden oluşan grub ile tanışma, kaynaşma olduktan sonra otellere yerleşildi.
Sergi saatinden önce Tarihi Ördekli Hamamına gelen seçkin topluluğumuz ön incelemelerinden sonra, Paneli sunacak olan hocamız Hüsrev Subaşı gereken hazırlıklarını tamamladı. Büyük bir Çoşku ile merkezi dolduran Bursa’lı Sanatkâr ve Sanatseverler hocamızın nezih anlatımıyla Hilye-i Şerifleri bir kez daha yakından tanıdılar.
Panelin açılışında bir konuşma yapan Bursa Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Atilla Ödünç Vakfımızı ve Hilye-i Şerifleri ağırlamaktan Çok Çok memnun olduklarını dile getirip seneye tekrar beklediklerini dile getirdi. Akabinde bir konuşma yapan Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Sanat Yönetmeni Barış Güleç’de Hilye-i Şeriflerden bahsettikten sonra nezih topluluğu ağırlamaktan mutlu olduklarını belitti.
Günü noktalamak için varılan restoranda bizlerle beraber olan Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkan Atilla Ödünç ve ekibiyle yenilen akşam yemeği süprizlerle dopdoluydu.
Kıymetli hocamız Hüseyin Öksüz kendisine yapılan ısrarlara daha fazla dayanamayıp, İlâhilerle başlayıp sanat müziğinin eşsiz nâmeleriyle ruhlarımıza değer biçilemez bir ziyafet Çekti. Bu eşsiz program ilerleyen saatlerde Seyyit Usul Kültür merkezi’nde devam etti.
SEYYİD USUL;
Bursa’nın en eski tekkelerinden olup, Seyyid Usul adlı derviş tarafından 15. Yüzyılda kurulmuştur. 1516 yılında Bursa’da vefat eden Seyyid Usul’un, Emir Sultan ve Seyyid Nasır ile birlikte Bursa’ya geldiği rivâyet edilmektedir. Semahâne ve diğer kısımları yıkılan tekke, Osmangazi Belediyesi tarafından 2008’de restore edilerek kültür merkezi haline getirilmiştir.
Ertesi sabah kahvaltıdan sonra yanı başında konakladığımız Hüdavendigâr camii ve türbesini ziyaretle güne başladık;
HÜDAVENDİGÂR KÜLLİYESİ
Hüdavendigâr külliyesi olarak bilinen Sultan I. Murad Külliyesi 1363- 1366 yıllarında Bursa Ovası’na bakan tepenin üzerinde yapılmış olup, cami, medrese, imaret, Çeşme, hamam ve türbeden oluşmaktadır.
Abdeshanenin önünde iki adet anıtsal Çınar ağacı bulunmaktadır.
HÜDAVENDİGÂR ( Sultan I.Murad) TÜRBESİ
Hüdavendigâr Camii’sinin karşısında yer alan, I. Kosova Savaşı’nda (1389) şehit olan Sultan I. Murad’ın türbesini oğlu Sultan Yıldırım Bayezıd yaptırmıştır. Ancak bu türbe 1855 depremden yıkılmış, eski temelleri üzerine yeniden yapılmıştır. Zaman zaman da onarılmıştır.
Türbenin içerisinde ortada pirinç parmaklıklarla Çevrili Sultan I. Murad’ın sandukası bulunmaktadır. Bunun yanında torunu Süleyman Çelebi, Yıldırım Bayezıd’ın oğlu Musa Çelebi, Sultan I. Murad’ın oğlu Yakub Çelebi(1364-1389) Süleyman Çelebi’nin oğlu Orhan Çelebi (1395- 1429) Sultan II. Beyazıd’ın oğlu Şehzade Mehmed’in (1476-1504) sandukaları bulunmaktadır. Diğer iki sandukanın hangi şehzadeler ait olduğu bilinmemektedir.
Ziyaretten sonra yola koyulan ekibimiz, Hüsrev hocamızın engin bilgi dağarcığın dan faydalanma nâsibinede ulaştı.
Mevlîdhan Çelebi Mehmed Türbesi ziyaretinden sonra; kentle bir anılan hatta önce bile dile getirilen Ulu Cami idi durağımız; Caminin ziyaretinden sonra ki ziyaret mekânımız Üftade Hazretleri oldu;
ULU CAMİ
Bursa denilince ilk akla gelen bir hüsn-i hat sergisi olan Bursa Ulu Camii’dir. Asıl adı Cami-i Kebîr olan bu ulu mabet,Bursa’yı ziyaret eden her kesin mutlaka gezdiği ve hayran kaldığı bir mekândır. Büyük bir askeri dehaya sahip olan Yıldırım Beyazıd Han’ın tüm kuvvetlerini haçlı ittifâkına yöneltmiş ve Türkleri Balkanlardan atmak isteyen Haçlı ordusu ile 1396 yılında Niğbolu savaşını yapmıştır.
Bu savaş öncesi Yıldırım Beyazıd Han, Allâh’a dua edip niyazda bulunmuş, zafere müyesser olur ise yirmi cami yaptıracağı vaadinde bulunmuştu.
Niğbolu Savaşı’nda Haçlı ordusu Allâh’ın inâyetiyle mağlup eden Yıldırım Beyazıd Han, bu savaştan Çok büyük ganimet elde etmiştir. Bu ganimetle zaferin şükrünü ifâ niyetiyle ve adağını da yerine getirmek üzere yirmi cami yaptırmak istemiştir.
Yıldırım Beyazıd Han bu niyetini damadı olan Seyyid Emir Sultan Hazretleri’ne açtı. Emir Sultan ‘’Hünkârım, yirmi cami yerine, müminlerin toplanmasına vesile olacak Cuma namazlarının kılınacağı yirmi kubbeli bir cami yaptırsanız…’’ deyince, padişah bu teklifi uygun gördü.
Bunun üzerine cami için uygun yer arayışına giren Emir Sultan Bir gece rüyasında bir zat görür Peygamber Efendimiz (s.a.s.) olduğu rivâyet edilir, parmağı ile caminin yerini Çizer. Emir Sultan rüyadan sonra işaret edilen yere gidip bakınca Çok değişik otların bittiği bir yer olduğunu görür. Sonunda bu günkü Ulu Camî’nin bulunduğu yer o zaman da tespit edilir.
Emir Sultan’ın, caminin nerede olacağını belirlemesi üzerine, ‘’Beşinci makam’’ olarak nitelendirilen, ‘’Cami-i Kebîr-i Bî Nazîr’’ ‘’Benzeri olmayan büyük caminin ‘’ inşâsına başlanır.
Caminin yerinde, (şu an ki camekânlı kubbenin olduğu kısımda) yaşlı bir kadına ait bir ev bulunmakta idi. Cami içindeki şadırvan o evin olduğu yerdedir. Rivâyetlere göre; kadın bütün ısrarlara rağmen evini vermek istememiş, onun için sonradan alınan bu yere, kadının rızası olmadığından dolayı namaz kılınmasın düşüncesiyle bugünkü şadırvan yaptırılmıştır.
Bir dönem Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik yapmış olan Bursa tarihi açıdan da bir müze ilimizdir.
Üftâde Hazretleri gibi bir zatı da bünyesinde yaşatmış olan Bursa daha nice evliyalara enbiyalara da ev sahipliği yapmıştır;
ÜFTÂDE HAZRETLERİ
Osmanlı pâdişâhlarından Kânûnî Sultan Süleyman Hân zamanında, Bursa'da yaşayan büyük velîlerdendir. 1490(H.895) senesinde Bursa'da doğdu. İsmi Muhammed olup, babası Manyaslı Mehmed Efendidir. Üftâde lakabıyla meşhûr oldu. Bursa'nın Çeşitli camilerinde müezzin ve imâm olarak vazife yaptı. 1581 (H.989) da Bursa'da vefât etti.
Muhammed Üftâde doğduğunda, annesi bir rüyâ görmüş, Çocuğu büyük bir süt deryâsında yüzüyormuş. Telâşla uyanıp, rüyâyı kocasına anlatınca O’ da; "Oğlumuz büyüyünce, inşaallah Çok büyük bir âlim ve velî olacak." diye tâbir etmiş.
Mehmed Efendi, daha küçük yaşta bulunan oğlu Muhammed Üftâde'yi, ipek satan bir tüccarın yanına Çalışmaya verdi. Fakat bir hafta içinde, ustası ve babası vefât edince, Çocuk yaşta ailesinin geçim yükünü omuzuna aldı. Hem Çalışıyor, annesinin ve kardeşlerinin kimseye muhtaç olmadan geçinmelerini sağlıyor, hem de boş zamanlarında Bursa'daki medreselere gidip gelerek, zâhirî ilimleri öğrenmeye gayret ediyordu. Seneler sonra, zâhirî ilimleri öğrenerek, Bursa Ulu Câmiinde müezzinlik yapmaya başladı. Sonra Doğan Bey Câmiine imam oldu. Senelerce bu vazifeyi yaparak, insanların ibâdetlerini doğru yapmasına vesîle oldu. Muhammed Üftâde'nin, Ulu Câmii medheden bir beytî, caminin batı kapısı Çevresinde hâlen yazılıdır. Arabî olan beyt şöyledir:
"Yâ cami'al-kebîr ve yâ mecma'alkibâr,
Tûbâ limen yezûrüke fil-leyli vennehâr."
Mânâsı:
Ey Ulu câmi! Ey büyüklerin toplandığı yer!
Seni gece-gündüz ziyaret edenlere olsun müjdeler!
Bir gün rüyâda Seyyid Emîr Buhârî hazretlerini gördü. "Bizim camide vaaz ve nasîhat eyle!" emri üzerine, sabahleyin Emîr Buhârî Camiinde vaaz ve nasîhate başladı.
Muhammed Üftâde, uzun boylu, müşfik bakışlı, devamlı tebessüm halinde olan bir zâttı. Görünüşü ile etrâfındakilere güven ve îtimâd telkin eder, herkesin takdîrine mazhâr olurdu. Kur'ân-ı Kerîm okurken, güzel sesinde sanki ağlıyormuş hali müşâhede edilirdi. Kimsenin kalbini kırmaz, kalp kırarım korkusuyla kendine hakâret edenlere bile hiç karşılık vermezdi. Camiye sabah herkesten önce gider, yatsı namazından sonra orada gece geç vakitlere kadar ibâdet ederdi. Bazı geceler evine giderken, ıssız sokaklarda bir sarhoşa rastlasa, ona yardım ederek evine kadar götürürdü. Herkese yardım ettiği için, Bursalılar onu Çok severdi.
Vakitlerini hep ibâdet yaparak geçiren Muhammed Üftâde, tasavvuf büyüklerinin yolunda bulunmayı arzu ettiğinden, bir velînin yanında yetişmeyi Çok isterdi. Bu sebeple, böyle bir velîyi hep arar dururdu. Bir gün Karacabeyli Hızır Dede isminde bir velînin Bursa'ya geldiğini ve Ulu Câmi’nin yanında ikâmet ettiğini öğrendi. Huzûruna varıp, talebesi olmak istediğini bildirdi. O da kabûl ederek, Muhammed Üftâde'yi yetiştirmeye başladı. Muhammed Üftâde, hocasının verdiği her vazifeyi en güzel şekliyle yaparak hizmet ediyordu. Nefsini terbiye etmek için, nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapıyordu.
Haramlardan şiddetle kaçıyor, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını terkediyordu. Bu şekilde hocası Hızır Dede'nin terbiyesinde sekiz yıl canla başla Çalıştı. Onun vefâtından sonra da Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde ederek kalb gözü açıldı, kemâle gelip olgunlaştı. Her nefes alıp vermesinde Allâh’u Teâlâya hamd eder, Cenâb-ı Hakk'ı bir an olsun hatırından Çıkarmazdı. Lüzumsuz hiç konuşmazdı. Konuştuğu zaman da hikmetler saçar, dinleyenlerin herbiri, kâbiliyeti kadar istifâde ederdi. Onun bu konuşmalarını talebesi Azîz Mahmûd Hüdâyî Vâkı'ât adlı eserinde topladı.
Muhammed Üftâde, hocasından sonra talebeleri yetiştirmek üzere dergâhta ders vermeye başladı. Onların en iyi şekilde yetişmesi için gayret gösteriyor, hocasının kendisini yetiştirdiği gibi onları irşâd ediyordu.
Muhammed Üftâde hazretlerini sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için de bu arzusuna nâil olamazdı. Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takılır kalırdı. Hanımı, yüzü gülmeyen kocasının bu hâline Çok üzülürdü. Yine bir sene parası olmadığı için hacca gidemeyen bu fakir, hanımına; "Eğer bu sene de hacca gidemezsem, seni üç talak ile boşadım." dedi. Günler geçti. Kurban bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse, hanımı boş olacaktı. Bir yerden de borç bulup hacca gidememişti. Ne yapacağını şaşırdığı bir gün, aklına Muhammed Üftâde geldi. Hemen huzûruna gidip, ağlayarak durumunu anlattı. Muhammed Üftâde; "Bizim Eskici Mehmed Dede'ye git, bizim selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur." buyurdu. Fakir, sevinerek huzûrdan ayrıldı, süratle Mehmed Dede'nin dükkânına koştu. Mehmed Dede'ye hocasının selâmını söyleyip, derdini anlattı.Mehmed Dede; "Ey fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma!" dedi. Fakir gözlerini açtığında, kendilerini Mekke'de buldular. Mehmed Dede, Allâh’u Teâlânın izniyle, fakiri bir anda kerâmet göstererek Hicâz'a götürmüştü. O gün, Arefe idi, hacılar Arafat'a Çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat'a Çıktılar. Ertesi günü Kâbe-i muazzamayı tavâf ettiler. Ziyâret yerlerine gittikten sonra, Bursalı hacıları buldular. Onlar, hemşehrileri olanMehmed Dede'yi ve fakiri görünce sevindiler. Fakir, birkaç hediye alıp, bir kısmını götürmeleri için hemşehrisi olan hacılara emânet etti. Vedâlaşarak ayrıldılar. Aynı şekilde bir anda Mekke-i Mükerremeden Bursa'ya geldiler. Fakir, getirdiği bazı hediyelerle eve gelince, hanımı, birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve; "Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve geliyorsun?" der. Kocası da; "Hanım ben hac’dan geliyorum. İşte bu getirdiklerimi de Mekke'den aldım." dediyse de, kadın; "Bir de yalan söylüyorsun. Üç-beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim." Diyerek, Kâdıya giderek durumu anlatır ve; "Nikâhımızın feshedilmesini istiyorum. Çünkü nikâhsız yaşamayı dinimiz yasaklamaktadır. Bu sebeple günaha girmek, haram işlemek istemiyorum." der. O sırada Bursa kâdılığına Azîz Mahmûd Hüdâyî bakıyordu. Kâdı, hanımın kocasını mahkemeye Çağırtarak onu da dinledi. Fakir, hacca gittiğini, Kâbe-i muazzamada tavâf edip, ziyâret edilecek yerleri gezdiğini, Bursalı hacılarla görüşüp, getirmeleri için emânet eşya verdiğini iddiâ etti. Bu sebeple boşanmanın vâki olmadığını söyledi. Fakir, Mehmed Dede'yi şâhid gösterdi. Mehmed Dede de; "Şeytan, Allâh’u Teâlânın düşmanı olduğu halde, bir anda dünyanın bir ucundan bir ucuna gittiği kabul edilir de, bir velînin bir anda Kâbe'ye gitmesi niçin kabul edilemez?" der. Kâdı hayret ederek, mahkemeyi diğer hacıların geleceği günlerden birine tehir eder. Aradan günler geçer. Bursalı hacılar hacdan dönerler. Mahkeme gününde de, şâhid olarak fakirin hac vazifesini yaptığını, hattâ emânet verdiği şeyleri getirdiklerini bildirirler. Kâdı, şâhidlerin verdiği ifâde ile, davacı hanımın nikâhı feshetme isteğini reddeder. Böylece, boşanma hâdisesi olmaz.
Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi, bu hadisenin günlerce etkisinden kurtulamadı. Nihâyet Eskici Mehmed Dede'nin yanına gidip; "Beni talebeliğe kabûl buyurmanız için gelmiştim." deyince, o da; "Nasîbiniz bizden değil, Üftâde'dendir. Onun huzuruna giderek mürâcaatınızı bildirin." der. Kadı, evine gider, hizmetçisine atının hazırlanmasını emreder. Kendisi de sırmalı kaftanını ve sarığını giyerek, hazırlanan atına bindiği gibi yanına seyisini de alıp, Üftâde hazretlerine gitmek üzere yola Çıkar. Bugünkü Molla Fenârî Câmi’nin doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının, bileklerine kadar kayalara saplandığını görür. Bütün uğraşmalarına rağmen atı ileri süremez. (Bu kayanın Üçkuzular semtinde olduğu da söylenmektedir.) Atından inen Kadı Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri sırmalı kaftanıyla, Üftâde'nin dergâhına doğru yürür. Dergâha vardığında, eski bir hırka giyen ve bahçeyi Çapalayan Üftâde hazretlerini görür. Üftâde, gelenleri görünce doğruldu ve; "Ey Kâdı efendi! Herhalde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır, biz de, fakirlik kapısının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sahibisin. Bu halde ikimiz bir araya gelip bağdaşamayız. Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmur bir dünyan var. Bizim gibi kulların, Allâh’u Teâlâ’dan başka hiçbir şeyi yoktur." buyurdu. Bu sözler, Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye o kadar tesîr etti ki, gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü halde; "Efendim! Her şeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Yeter ki, talebeniz olabilmekle ve hizmetinizi görebilmekle şerefleneyim. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım." der. Bu samîmî istek üzerine, Üftâde hazretleri tek tek buyurdu ki: "Ey Bursa kâdısı! Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin!" Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Kâdı, derhâl kâdılığı bırakıp, ciğer satmaya başladı. Aldığı ciğerleri Bursa sokaklarında; "Ciğerciiii! Ciğerciiii!" diye bağırarak satıyordu. Bursalıların hayret dolu bakışlarına, kadınların ve Çocukların alay etmelerine hiç aldırmıyordu. Onu görenler; "Bursa kâdısı Azîz Mahmûd Hüdâyî aklını oynatmış, tımarhanelik olmuş!" diyorlardı. Bu şekilde nefsini kırıp, ruhunu yükseltmek için her türlü alay edici sözlere katlanıyordu. Her akşam Üftâde'nin huzûruna geldiğinde, hocası; "Bugün ne yaptın, ciğerleri satabildin mi?" diye soruyor, o da, o günkü olup bitenleri anlatıyordu. Üftâde, bu şekilde yeni talebesinin nefsini kırıp terbiye ettikten sonra, Azîz Mahmûd Hüdâyî'yi, dergâhta helâ temizleme işinde Çalışmak üzere vazifelendirir. Onu; husûsî sohbetleri ve teveccühleri ile yetiştirmek, evliyâlık makamlarında yükseltmek için uğraştı. Nefsini terbiyede, kısa zamanda diğer talebelerden Çok ileri geçtiğini gördü. Üç sene sonra ona icâzet, diploma verdi. Yerine halîfesi, vekîli olduğunu bildirdi.
Osmanlı Sultanı Üçüncü Murâd Hân ile Üftâde, bir gün sohbet ediyorlardı. Bir ara Üftâde, görünüşte lüzûmsuz bir takım el kol hareketleri yapmaya başladı. Mübârek yüzünün rengi, halden hale giriyordu. Sonra eliyle bir yer sıvarmış gibi yaptı. Pâdişah, aniden yapılan bu hareketlere önce bir mânâ veremedi. Sonra Üftâde'nin elinin siyahlaştığını görünce; "Efendi hazretleri! Niçin böyle hareketler yapmaya başladınız! Elinizin siyahlaşmasına sebep nedir?" diye sordu. O da; "Sultanım! Tebeanızdan bir balıkçı tayfası Karadeniz'in sularında balık tutuyordu. Tekneleri su alacak şekilde delindi. Bizden yardım istedikleri için biz de imdâdlarına yetişerek, teknelerini tâmir ettik. Bu sebeple elimiz karardı. Elhamdülillah müslümanların boğulmaktan kurtulmasına vesîle olduk." buyurdu.
Bir gün Üftâde, talebeleriyle kıra Çıkmıştı. Talebeler hocalarına takdim etmek üzere, Çiçeklerden demet yaparak huzûra getirdiler. Herkesin Çiçeğini kabûl eden Üftâde, Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin getirdiği kırık saplı Çiçeği görünce; "Evlâdım! Bütün arkadaşların demet demet Çiçek getirdikleri halde, sen niçin sapı kırık bir Çiçek getirdin?" diye sorar. Azîz Mahmûd Hüdâyî de; "Efendim, zât-ı âlinize ne takdim etsem azdır. Fakat hangi Çiçeği koparmak için eğilsem, o Çiçeğin; Allâh’a zikrettiğini gördüm. Ancak, bu gördüğünüz sapı kırık Çiçeğin zikredemediğini görünce, onu size getirdim. Kusurumu bağışlamanızı istirhâm ederim" dedi. Bu cevap, Üftâde hazretlerinin Çok hoşuna gitti ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye hayır duâlarda bulundu.
Muhammed Üftâde hazretleri, 1581 (H.989) senesinde Bursa'da hastalandı. Talebelerini başına toplayıp, onlara son nasîhatlerini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Sağlığında kendi yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Mezarının üzerine türbe yapıldı. Sandukasının başucundaki levhada şu şiir yazılıdır:
Bâğ-ı aşkın andelibi, hazret-i Üftâde'dir.
Dertli âşıklar tabîbi, hazret-i Üftâde'dir.
Vâsıl-ı kâmil odur, tevhîd-i Zâta şübhesiz,
Gösteren râh-ı Hüdâyı hazret-i Üftâde'dir.
Eyleyen rûhundan istimdâd erişir matlûba,
Halleden her müşkilâtı, hazret-i Üftâde'dir.
Sıdkile ol Hüdâî eşiğinde dâimâ,
Bil hakîkat kutb-ül-aktâb hazret-i Üftâde'dir.
Üftâde'nin; Hutbe Mecmûası ve Dîvân adlı iki eseri vardır.
Üftâde hazretlerinin yazdığı ve halk arasında meşhûr olan bir şiiri:
Hakka âşık olanlar,
Zikrullahtan kaçar mı?
Ârif olan cevheri,
Boş yerlere saçar mı?
Gelsin mârifet olan,
Yoktur sözümde yalan,
Emmâreye kul olan,
Hayr ü şerri seçer mi?
Gerçek bu söz yârenler,
Gördüm demez görenler,
Kerâmete erenler,
Gizli sırrın açar mı?
Üftâde yanıp tüter,
Bülbüller gibi öter,
Dervişlere taş atan,
Îmân ile göçer mi?
Eeee öğle vakti geçince Darül- ziyafe kaçınılmaz durağımız oldu. Leziz bir öğlen yemeğinin ardından yetkili şahıs bizlere içinde bulunduğumuz tarihi mekânın geçmişini aktardı;
Yemekten sonra Muradiye Külliyesi olarak tanınan bölgeyi gezdik. İçerisinde birçok Türbeyi barındıran külliyede türbelerin Çoğu tedbir amaçlı kapalı tutuluyor. Ziyaret ettiğimiz türbeler;
II. MURAD TÜRBESİ
Dünyevi zevkleri bilen aynı zamanda uhrevî aleme de gereken bağlılığı gösteren II. Murad türbesi, külliyenin merkezinde, camiinin güney batısındadır.
Sultanlıktan kendi isteğiyle ayrılan ilk ve son hükümdar olan II. Murad, Bursa’da gömülen son Osmanlı Padişahıdır.
1451’de Edirne’de hayatını kaybeden Sultan II. Murad, 1443’de vefat eden büyük oğlu Alaaddin’in yakınına gömülmek istediği için cenazesi Bursa’ya getirilmiş ve küçük oğlu Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan bu türbeye defnedilmiştir. Türbenin kubbesi kendi vasiyeti doğrultusunda mezarın yağmur sularıyla ıslanması için gökyüzüne açık olarak yapılmıştır.’’ Allah’ın rahmeti, ister güneş veya ayın parlaklığı, isterse cennetin yağmuru veya Çiği olsun, mezarımın doğrudan üzerine yağsın’’… diye vasiyet etmiş.
II. Murad’ın oğlu Alaaddin (1419-1443) ile kızları Fatma Ve Hatice’ye ait sandukalar da II. Murad türbesinin içinden geçilerek ulaşılan sade odada bulunmaktadır.
ŞEHZADE MUSTAFA TÜRBESİ
Kânûnî Sultan Süleyman’ın oğlu olan ve üvey annesi Hürrem Sultan tarafından Padişah olmaması için boğdurulan(1553) Şehzade Mustafa’nın gömülü olduğu türbe lâle karanfil ağırlıklı İznik Çinileriyle süslüdür. Kubbe ve mihrab da zengin kalemişleriyle dekore edilmiştir.
CEM SULTAN
1495’te vefat ettiği İtalya’dan ancak 1499’da getirilen Şehzade Mustafa Türbesine gömülen Fatih Sultan’ın üçüncü oğlu Cem Sultan, babasının vefatından sonra kısa bir süre Bursa’da Padişahlığını ilan etmiş, adına para bastırmış ve hutbe okutmuştur. 18 gün süren saltanatı, ağabeyi Sultan II. Bayezıd tarafından dağıtılmış ve 1482’de adamlarıyla birlikte Rodos şövalyelerine sığınmıştır. 13 yıl Avrupa’da kalan Cem Sultan Roma’da vefat etmiştir. Vefat haberini alan Sultan II. Beyazıd üç günlük yas ilan ederek gıyabi cenaze namazı kıldırmıştır. 1499’da Napoli Kralı tarafından Osmanlı’lara teslim edilen cenaze Bursa’ya getirilip defnedilmiştir. Kubbe ve duvarları kalemişleriyle bezelidir. Duvarlar pencere üstlerine kadar altıgen firuze Çinilerle kaplıdır. Cem Sultan’ın sandukası yanında kardeşi şehzade Mustafa ile II. Bayezid’ın (ya da Fatih Sultan’ın) Sultan Abdullah ve Alem Şah adlı iki oğluna ait olduğu söylenen iki sanduka daha bulunmaktadır.
Diğer Türbeleride dışarıdan ziyaret ettikten sonra istikametimiz Bir Kızık Köyü olan Cumalıkızık oldu;
CUMALIKIZIK
Bu tarihi Kızık köyü de dâhil olmak üzere, bütün Kızık köyü sakinlerinin nereden, nasıl ve ne zaman buraya yerleştikleri bilinmemektedir. Köyün adı üzerine Çeşitli savlar bulunmaktadır.
Bursa’nın fethinden sonra bölgede ilk Cuma namazının kılınmasından dolayı bu adın konulduğu, bir başka sav ise bölgedeki en büyük camiye sahip olduğundan dolayı Camilikızık denildiği ve sonraları Cuma namazlarının burada kılınmaya başlamasından dolayı Cumalıkızığa dönüştüğü yönündedir. Bu tarihi köyü eski evleri dar taş kaldırımlarıda arşınladıktan sonra, Cumalıkızık’tan ayrılırken günün tatlı yorgunluğu, zamanın içine sığdıramadığımız yerler aklımızda, gönlümüz yeşil Bursa’da kalarak yaşadığımız Şehr-i İstanbul’a doğru haraket etti. Dopdolu iki gün, unutulmaz anlar ve Bursa…
Bursa’ya veda ederken tekrar görüşmek ümidiyle dedik…
Ayşe Emine Sultan ÇELİK