Klasik Türk Sanatları Vakfı

MEHMED NECMEDDİN OKYAY

31.01.2011


Tasavvuf; insanın iç dünyasının güzelleşmesini, ahlakının olgunlaşmasını hedef alıyor, iradenin ruh hali olan estetikte görünen âlemde güzel ve güzeliği gaye ediniyor. İnsanlık tarihinde her hal ve davranışın dışı ile birlikte içine ve özüne kadar süzülen insanların düşünce ve duygularına kadar işleyen, geniş bir anlama sahip olan güzellik, hem fizik hem de metafizik âlemde sürekli aranmaktadır.
İslâm medeniyetinin coğrafyamıza hediye ettiği rabbimizin ‘’Cemal’’ sıfatını eşyaya aksettiren klasik sanatların temelinde tasavvufî anlamda bir arayış söz konusudur. Tasavvufun ortaya Çıkmasıyla birlikte, din ile ilgili görsel simgeleri kullanmaya başlayan sufi ler bir eser meydana getiren sanatkârı Allah’ın yaratıcılıyla ilgili isimlerin masharı olarak görmüşlerdir. Onların estetik anlayışında işçilik ve görüntüden daha Çok mânâ ağırlık kazanmaktadır. Öğrenilen Hat tezhip ve ebru gibi klasik sanatlar tasavvuf gibi insana sabır ve teslimiyeti öğreten Çileli sanatlardır. Mahiyetini Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilmediği eşsiz güzellik olan Cemal, Hakkın insana yakınlığı ve her şeyin zuhurudur. Bu yakınlık yaradan açısından lütuf ve rahmet, kul açısından da ünsiyettir. Görülebilinen güzellik mutlak cemalin yansımasıdır. Klasik sanatlarla uğraşanlar ruhi kabiliyetlerini ve mana güzelliklerini maddeye nakşetmesi suretiyle sanatsal dehalarını ortaya Çıkarmışlardır. Çünkü estetik, zevk, sanatkârın iç dünyasının dışarıya yansımasıdır. İslâm tasavvuf düşüncesine göre mutlak güzel, cemal sahibi olan Allah’tır. Gözün görebildiği güzellik ise Allah’ın yansıyan tecellisidir.
Sanatkâr; aşk ve teslimiyetini sanatının ahengiyle birleştirip zarif, ulvî, estetik sanat abidelerini ortaya Çıkarır, Allah’ın isminin yansıması olan güzellikleri eserlerine nakşeder. 

Hezarfen Mehmet Necmeddin hoca efendi de gönül dünyasındaki güzellikleri aksettirdiği Hat ve Ebru eserlerinde Cemal-i İlahiyeyi yansıtan gökkubbemizde yer almış olan bir yıldızdır. 

Mehmed Akif’in en güzel manzumelerinden birinin de kahramanı olan “mecazib-i ilahiye”den Said Paşa İmamı bir gün hiç adeti olmadığı halde komşusu Nebi Efendinin kapısını Çalar ve “Bir oğlun olacak, adını Necmeddin koy!” deyip uzaklaşır. Yeni Valide Camii İmamı ve Mahkeme-i Şer’iyye Başkatibi Mehmed Abdünnebi Efendi o gece rüyasında odasının penceresine bir kuyruklu yıldızın konduğunu görecek ve bu hadiseden dört ay sonra doğan (29 Ocak 1883) oğluna Mehmet Necmeddin adını koyacaktır.

O eski “fakir Üsküdar”ın manevi ikliminde milli hayatın bütün ameliyelerinden geçen küçük Necmeddin, mahalle mektebinde başladığı hıfzını Ravza-i Terakki Rüşdiyesi’nde tamamlamış, burada yazı hocası Hasan Talat Bey’in dikkatini hemen Çekmiştir. Bu ilginç adam, en kabiliyetli öğrencisine, hezaren Çubukla ellerine vura vura Rik’a, Divani ve Celi Divani meşk ettirip icâzet verir.

Talat Bey, kendisinin özenle şekillendirdiği elması daha fazla değer kazanması için elinden tutup Sülüs ve Nesih’te üstadı olan Filibeli Bakkal Arif Efendi’ye götürür… İs mürekkebinin kokusu ve kamış kalemin aharlı kağıt üzerinde kayarken Çıkardığı cızırtı…Necmeddin için yaşamın anlamıdır bu ve bol vakti vardır. O halde yazıyla yetinmemeli, bu sanatla ilgili bütün diğer sanatlar hakkında bilgileri vakit geçirmeden edinmelidir. Nitekim Konyalı Vehbi Efendi’den eski usulde is mürekkebi imal etmesini öğrenir, devrin en renkli şahsiyetlerinden Şeyh Hezarfen Edhem Efendi’den de ebru ve ahar öğrenmek için Özbekler Tekkesi’ne gidip gelmeye başlar. Edhem Efendi, günümüzde özlenilen canlılığı kazanan ebru sanatının o günlerde yegâne temsilcisidir. Bu sanatı ondan devralıp günümüze ulaştıran Necmeddin Bey, komşuları ressam Hoca Ali Rıza Bey’den de renklerin birbiriyle imtizacı hususunda dersler almış ve ebruda eslafın hiç denemediği yeni bir tarza vücut vermiştir… yazılı ebruyu da ilk defa o denemiştir. Cemal-i İlahi Hat ve Ebru’da kâğıda yansıtan bir üstat olan Necmeddin hoca 1916 yılında Medreset’ül Hattatin’deki hocalığı sırasında kendisine gelen bir şahıs ; Efendim sizden Çiçekli ebru yapmanızı istiyorum. Hoca efendi derki ; ‘’Efendim, bu sanatta öyle Çiçek falan olmaz, gerçi eskiler tecrübe etmişlerdir amma oda Çiçeğe pek benzemez.’’Diye cevaplar. Hoca efendinin karşısındaki kişi biraz inatçı, derki ;’’Hoca değilmisiniz yapmanız lazım’’ Bunun üzerine Necmeddin hoca eve gelir tekneyi kurar ve Çiçek şekillerini Çıkarmak için uğraşmaya başlar. O esnada hoca efendinin arkadaşlarından olan Macit Ayral ziyarete gelir. Hoca; teknenin başında lale yapmaya Çalışmaktadır. Macit birden kendisine ‘’Birader, şu uçları yukarı doğru Çeksene’’ diye öneride bulunur. Hoca efendi derki;’’ Ben bu hayatta bu işi bilmeyenlerden Çok şey öğrenmişimdir buda öyle oldu.’’ Elindeki tek atkuyruğunu teknenin içinde yukarıya doğru Çekince Çiçek tıpkı laleye benzer. Hoca efendi Çok heyecanlanır, Çıkan sonuçtan büyük bir zevk alır. Günlerden Cuma’dır. Hoca camiye gidip geldikten sonra topladığı sümbül lale ve diğer Çiçekleri arkadaşının önerisi ve Allah’ın lütfü keremi ile teknede uygular ve sonuç olumludur. Daha sonra başta öğrencileri olmak üzere Çiçekli ebruya Necmeddin Ebrusu adı verirlir.

 İslam tasavvuf ilminde Çiçeklerin anlamı da dikkat Çekicidir. Necmeddin hoca efendinin ebrularına yansıttığı lale ve bahçesinde yetiştirdiği gül bizim kültürümüzde önemli bir anlama sahiptir. Lalenin ebceddeki sayı değeri Allah lafzının sayı değeri ile eşittir. Yani 66’dır. Bazen lafzayı celâlin yazılmaması gereken yerlerde ya ‘’lale’’ veya ‘’hilâl’’ sembolü kullanılır. Çünkü hilâlin de sayı değeri lale ile aynıdır. Necmeddin hocanın güle karşı olan sevgisi ve 444 tür gül yetiştirmesinin sebebi ise kültürümüzde gül kokusunun Hz. Muhammed (SAV) ter kokusu olarak adlandırıldığı için Hoca efendideki Allah ve peygamber sevgisinin, mutlak cemale erişmek olduğunun aşikâr bir göstergesidir. 

Necmeddin hoca efendinin yazmış olduğu ebru içinde ‘’Gel Keyfim Gel’’ sözü işgal gemilerinin gidişini mukabil keyiften yazılmıştır. 

Bütün hocalarını son demlerinde yakalamayı başaran Necmeddin Efendi, elini Çabuk tutması gerektiğini hissetmiş gibidir. Hezarfen Edhem Efendi 1904’te, Bakkal Hacı Arif Efendi 1909’da, Sami Efendi de 1912’de dar-ı bekaya intikal ederler.
‘’Kendini Bilen Rabbini Bilir.’’sözüne uygun bir yaşam süren hocanın devrin en büyük üstadı Hattat Sami Efendi’den Ta’lik meşkeder. 18 Ağustos 1915’te yapılan Medreset’ül-Hattatin’de Tuğrakeş İsmail Hakkı (Altunbezer)’nın dizi dibinde Celi Sülüs meşketmiştir. Tuğra Çekerken, Çok geçmeden de aynı medresede ebru ve ahar dersleri vermiştir.

Babasını da 1907 yılında kaybeden Necmeddin onun yerine Üsküdar Yeni Valide Camii imam ve hatipliğine tayin edilecek ve bu görevi tam kırk yıl sürdürecektir. Musiki eğitimi almamış olmasına rağmen Çok iyi bir kulağa sahip olan Necmeddin hoca, makamlı okuduğu tilavetli Kur’an-ı Kerim’i dinleyenler, kıldırdığı namazlarda arkasında saf tutan cemaat, namazın hiç bitmemesini ister, bittiği için üzülürlermiş. İmamlık yaptığı zamanlarda bazı camilerde teravih namazı Enderun usulü kılınırdı. Müezzin hangi makamı icra ederse imam efendi kıraat esnasında o makamı uygulardı. Bu da geniş bir musiki bilgisi ve kültürü isteyen konu idi. Yine bir Ramazan akşamı, Yenikapı Mevlevihânesi’nde teravih namazı kıldırmak üzere imamete geçer. Muzipliğiyle meşhur arkadaşı hattat ve musîkîşinaş Ömer Vasfi Efendi de müezzinlik yapar. Ömer Vasfi efendi Selâtü Selamları olmayacak makamlarda ağır ve zor makamlarda okur, bir makamdan diğerine geçerek Necmeddin hoca efendiyi zor duruma düşürmek ister. Oda bu makamlara istisnasız uyar. Bu duruma şaşıran ‘’Deli ‘’ lakaplı Ömer Vasfi efendi, namazım akabinde hocaya şunları söyler; ‘’yahu seni açmaza düşürmek için söylediğim makamın seyirlerini musiki bilmediğin halde nasıl yakalıyorsun hayret ediyorum’’

Genç sanatkârı , daha sonra hat ve süsleme sanatlarını disiplin altına almak amacıyla kurulan ve açılışı 18 Ağustos 1915’te yapılan Medreset’ül-Hattatin’de Tuğrakeş İsmail Hakkı (Altunbezer)’nın dizi dibinde Celi Sülüs meşkederken ve Tuğra Çekerken, Çok geçmeden de aynı medresede ebru ve ahar dersleri verirken görürüz.
Necmeddin Okyay, emekli olduktan sonra da yaşamasını istediği kitap sanatlarını talep eden herkese öğretmiş, Niyazi Sayın, Ali Alpaslan, Uğur Derman, oğlu Sacid Okyay ve yeğeni Mustafa Düzgünman gibi seçkin sanatkârlar yetiştirmiştir.

Yazıyla ilgilenmeye başladığı tarihten itibaren toplamaya başladığı eserlerle zengin bir hat koleksiyonu vücuda getiren ve imzasız yazıların kime ait olduğunu tereddütsüz söyleyebilen, hatta Rakım, Şevki, Yesarizâde gibi Çok sevdiği bazı hattatların yazılarının hangi yıl yazıldıklarını bile kestirebilen Necmeddin Okyay, tarih düşürmede ve şive taklidinde mahirmiş.
Hoca efendinin hafızasının mükemmelliğini yine yetiştirmiş olduğu muhterem hocalarımızdan Prof. M. Uğur Derman şu hadiseyle anlatır;
Hoca efendinin imameti sırasında camiye bir yankesici dadanmış. Abdest almak için gelen cemaatin kaşla göz arasında ceplerinden cüzdan vs. gibi değerli eşyalarını alıp götürüyormuş bir, iki, üç, derken… Bu oranın mes’ulü olmak suretiyle Necmeddin Hocayı Çok rahatsız etmiş. Artık işi gücü bırakıp namaz vaktinden bir hayli evvel camiye gelip bir yerde amiyâne tabirle soteye yatıyormuş, geleni gideni kontrol ediyor ne yapıyor ne ediyor diye…

Sonunda yapanı yakalamış, iş mahkemeye intikal eylemiş. Şahıs durumu inkar ediyormuş. Suçu işleyen şahıs adıda lütfü imiş. İnkar edip duruyormuş, Necmeddin hoca onun püf noktalarını yakalayarak öyle bir anlatmış ki hakime, Lütfü de ‘’bu hoca muhakkak yankesicilikten yetişmedir ‘’demiş. Ve suçunu kabul etmiştir. Hoca efendinin hafızasının bir örneğidir bu olay…

Necmeddin Okyay, 5 Ocak 1976’da dünyaya gözlerini kapadığında sönen gerçekten bir kuyruklu yıldız ve göçen –herhangi bir fert değil- bir alemdi.Onun vefatı ile elinden tuttuğu klasik sanatlarımız öksüz klamıştı. Çünkü Osmanlı irfanı, zevki, estetiği ve medeniyetimizin direniş gücü onun şahsında özetlenmiş gibiydi.

Ayşe Emine Sultan ÇELİK

Kaynak; 'Kendi Gökkubbemizde Parlayan Bir Yıldız MEHMET NECMEDDİN OKYAY 'adlı seminer

Prof M. Uğur Derman

Prof. Dr. Mahmut Kaya

Prof. Dr. Mehmet Necmeddin Bardakçı



Bu Kategoriden...